Şubat 5, 2025

Güncel ve Taze Yemek Haberleri – Yemek Depola

Son dakika ekonomi, teknoloji, spor ve magazin haberleriyle güncel kalın, dinamik dünyayı Yemek Depola ile takip edin!

Bilmenin başka biçimleri

Dijital mecralar, bilgi yayım süreçlerinin pürüzsüz otobanlarına dönmüş durumda. Bu iletim şeklinin bilgiyi demokratikleştirdiği ve bir diyaloğa vesile olduğu söylenemez.

Monokültürler çağında yaşıyoruz. Her şeyin “tek” biçiminin geçerli olduğu bir çağda. Tohumun, tarımın, gıdanın; bilginin, tarihin, mimarinin; türün, cinsin, kökenin; dilin, dinin ya da devletin… Ve belki de yolun…

Monokültür, tarımdan ödünç alınmış bir terim; kültüre alınmışlığı ve diğer türlerden yalıtılmışlığı belirtiyor. Bir türün başka türlerle ilişkisinin kısıtlandığı, bütünden koparılmış, yapay ve sınırlı bir çevreyi bize anlatıyor. Doğal olayların giderek birer felakete dönüşmesi monokültür olarak kurulmuş bu kırılgan sistemler yüzünden. Düzlük, aynılık, büyüklük ve çoraklık; hayvandaki virüsün, tarladaki zararlının, ormandaki yangının veya şehirdeki sarsıntının daha da yıkıcı olmasına yol açıyor.

Bugün gerek yakıt gerekse elektrik iletim hatları dünyayı çepeçevre kuşatan tek ve büyük bir ağ görünümünde. Gıda tedarik hatları da benzer bir akışı sergiliyor; daha sürtünmesiz ve hızlı hale gelirken her şey artık daha az merkezde daha büyük hacimlerde toplanıyor. Daha önce bambaşka sepetlerde bulunan yumurtalar artık tek sepette. Her şey aynı kasanın içinde ve kasanın anahtarları aynı kişilerde. Bu merkezler bir yandan çekim alanlarına dönüşürken diğer yandan “merkezin dışı” her geçen gün daha fazla lanetleniyor. Çöpler, toksik atıklar ve insanlar; savaş ve doğa talanıyla birlikte bu merkezlerden lanetli alanlara ihraç ediliyor. Çeperler gözden çıkarılırken bir zamanlar yuvamız olan gezegenimiz, artık mültecisi olduğumuz, ışıldadıkça ısınan tek ve dev bir çepere dönüşüyor. Elbette bilgi üretim ve yayım süreçleri de benzer güzergâhları izliyor. İşte tam da bu yüzden bizlere dünyanın sonunu hayal etmek dışında başka bir tasavvur reva görülmüyor.

AKLIN EGEMENLİĞİ

Yevgeni Zamyatin (Biz, 1920), bundan yaklaşık yüz yıl önce şöyle yazıyordu erken bilim kurgu örneklerinden olan eserinde:

“Yapmanız gereken, (…) ilkel koşullarda serbestçe yaşıyor olabilecek meçhul üyeleri aklın egemenliğine almak. Matematiksel olarak mutlak mutluluğu ayaklarına götürdüğümüzü anlayamazlarsa, onları mutluluğa taşımak da bizim görevimiz.”

O günden bugüne monokültürün yolu değişmemiş olsa gerek; aksine daha da perdahlanıp pürüzsüzleşmiş, artık hepimiz aklın egemenliği altına girmiş olabiliriz. Tabii, Andre Gorz’un iktisadi akılsallık dediği türden bir akılsallık bu. Yani yeterli kategorisinin aşındığı, ihtiyaçlarının sınırsızlığı ön kabulüne dayanan, maksimum faydayı hedefleyen, varlıkların kendi başına varlıklar olmasına müsaade edilmeyen bir akılsallık.

Oysa Levis Strauss (1962) Yaban Düşünce’de şöyle aktarıyordu aklın egemenliğine alınmak istenen meçhul yerli kabilelerin bilgeliğini:

“Güney Kaliforniya’nın bugün ancak pek ender birkaç beyaz ailenin yaşayabildiği çölümsü bölgelerinde, sayıları birkaç bini bulan Coahuilla’lar doğal kaynakları bir türlü tüketemiyor, bolluk içinde yaşıyorlardı. Çünkü, görünüşte çok yoksul olan bu ülkede, bu insanlar en azından 60 besinsel bitkiyle 28 tıbbi amaçlı bitki tanıyorlardı. Seminole’ler 250, Hopi’ler 350, Navaho’lar 500’ü aşan bitki tanıyorlardı. Filipinler’in güneyinde yaşayan Sabanun’ların bitkibilimsel sözcük dağarcığı 1000 terimi aşar, Hanunoo’larınki 2000’e yaklaşırdı. M. Sillans, birbirine komşu 12, 13 boyun dil ve lehçelerinde yer alan yaklaşık 8000 terimden oluşmuş budunbilimsel – bitkibilimsel dizelge yayımlamıştı.”

Günümüzde ortalama bir bireyin kaç bitki tanıdığını ya da sofralarımıza toplamda kaç çeşit gıda girdiğini düşündüğümüzde, Strauss’un aktardığı yerli kabilelere kıyasla bilgi haznelerimizin nasıl çoraklaştırıldığını daha iyi anlarız. Üstelik bu çoraklık bizlere zenginlik olarak sunulurken monokültürel sistemlerimiz dışında kalan farklı var olma ve bilme halleri lanetlenir. Böylece tıpkı yaşamın diğer vehçeleri gibi aklın yolu da giderek “bir”leşir.

Tam da böyle bir noktada Boaventura de Sousa Santos, bilgi soykırımı (epistemicide) kavramından bahseder. Bilgi soykırımı bir bilgi sisteminin ana akım sistemler tarafından dışlanması, değersizleştirilmesi, susturulması ya da yok edilmesine karşılık gelmektedir. Santos, özellikle “Epistemologies of the South” (Güney’in Epistemolojileri, 2014) kitabında Batı merkezli bilgi sistemlerinin nasıl küresel ölçekte bir bilgi tekeli oluşturduğunu ve bunun yerel, geleneksel, halk bilgilerini nasıl marjinalleştirdiğini gösterir. Santos bu epistemik tahakküme karşı bir çözüm olarak bilgi ekolojisi kavramını öne sürmüştür. Ona göre bilgi ekolojisi, farklı bilgi türlerinin bir arada var olmasını ve birbirleriyle etkileşim içinde olmalarını ifade eder. Zira Santos’a göre küresel bilgi adaleti olmadan küresel sosyal adalet de mümkün değildir.

BİLGİ EKOLOJİSİ VE DİALOGO DE SABERES

Santos’un bu epistemolojik açılımı çiftçilerin küresel örgütü olan La Via Campesina’nın işleyişinde etkili olmuş ve başta Güney Amerika olmak üzere küresel güneyde kitlesel çiftçi ve yerli hareketlerine ilham vermiştir. Dialogo de Saberes adıyla bir yönteme dönüşen bu yeni yaklaşım, yok sayılan halklar ve bilgi türleri arasında, Enrique Leff’in (2004) deyişiyle, üst bilgisini dayatan egemen kültüre karşı kendini konumlandıran bir direniş diyaloğu olmuştur.

Başka bilme biçimlerine, bilgi ekolojilerine kapı aralamak, giderek daha fazla dışa savrulan çeperdekilerin diyalog kurmasından geçiyor. Bu diyalog süreci, yine Santos’un belirttiği gibi doğanın metalaştırılmasını ve dünyanın ekonomizasyonunu sorgulayan söylemlerin ortaya çıkmasını sağlar. Bu süreçte totaliter ve tek tip egemen dünya görüşünün aksine, özneler, sürekli oluşum halindeki bilgi ve gerçekliğin kolektif okumalarını yaratırlar.

Günümüzde dijital mecralar, bilgi yayım süreçlerinin pürüzsüz otobanlarına dönmüş durumda. Dijitalleşen iletişim her ne kadar kişiden kişiye doğrudan erişimi ve çeperdekilerin etkileşimini mümkün kılıyorsa da algoritmaların boyunduruğundaki bu iletim şeklinin bilgiyi demokratikleştirdiği ve bir diyaloğa vesile olduğu söylenemez. O halde diyalog dendiğinde bilgilerin karşılıklı iletiminden çok daha fazlası anlaşılmalıdır. Temas etmeye, karşılaşmaya ve yüzleşmeye imkân veren mekânsallığın ve zamansallığın da düşünülmesi gerekmektedir. Bilgi ekolojilerinin inşasında “sahada olmak”, başka bir deyişle olay mahallinde bulunmak, dertleri ortaklaştırmak ve bilgi alışverişini sürecin içinde deneyimlemek önem taşımaktadır. Bu deneyim hiç kuşkusuz toplumsal koşullar kadar fiziksel çevreyi de içerecek, kültür ve doğanın birbirine karşıt olmadığı bir desen sunacaktır. Yok sayılanların diyaloglarında “saha”, problemin ve çözümün iç içe geçtiği sonsuz bir mücadele ve yaratım alanına dönüşmektedir.

‘SAHADA OLMAK’ VE AKADEMİ

Bilgi ekolojileri, toplumsal hareketler kadar günümüzde akademinin yeniden inşa edilmesinde de etkili olabilecek bir kavramsallaştırma sunuyor. Her ne kadar mevcut bilimsel yöntem ve gelenekler halihazırda doğrulanabilirliğe dayalı müşterek çoğulluklar sunuyorsa da akademik işleyiş bundan bağımsız olarak ele alınmalıdır. Günümüzde akademinin işlevi de küresel ölçekte bir monokültüre dönüşüyor. Yukarıda tanımlanan merkezlerin içinde kurgulanan akademik işleyiş, tıpkı diğer sistemler gibi “merkezin dışı”nı ancak bir araştırma nesnesi ya da bir dış çevre olarak görmekte ve araştırma nesnesiyle araçsal ve yalıtılmış ilişkiler kurmaktadır. Böyle olunca akademinin ele aldığı problemler merkezin problemleriyle sınırlı kalmakta, bilgi üretim süreçleri de yine bu merkezin ideolojik görünümünü yansıtmaktadır. Tam da bu noktada “sahada olmak” perspektifinin yolu, Santos’un bilgi ekolojileri kavramıyla ve Dialogo de Saberes metodolijisiyle kesişir.

Son zamanlarda, bilimsel süreçlerde bahsedilen bu yalıtılmışlığı aşmak için yaşayan laboratuvar (living lab) yönteminden yararlanılmaktadır. Bu metodolojide laboratuvar gibi sınırlı bir alan ile yaşam gibi sonsuz etkileşime açık bir işleyiş kavramsal olarak bir araya getirilmeye çalışılmakta ve süreç odaklı bir yaklaşım benimsenmektedir. Bunun yanısıra katı duvarlarla birbirinden ayrılan bilimsel disiplinler de artık iç içe geçmekte ve akademik çalışmalar transdisipliner bir nitelik kazanmaktadır. Bütün bu gelişmeler umut verici olsa da içinde bulunduğumuz Antroposen çağında bu yaklaşımlardan çok daha fazlası gerekmekte. Bilimsel bilgi üretim süreçlerine katkıda bulunan aktörler ile yaşamın aktörleri yaratıcı ve dönüştürücü diyaloglar geliştirmelidir. Bu vesileyle bilgi üretim süreçleri artık “merkezin dışı”na taşınmalı ve gerek önümüzde en acil problem olarak duran iklim kriziyle yüzleşmede gerekse yeni toplumsal tasavvurların geliştirilmesinde yepyeni bir olay mahalli yaratılmalıdır.

Toplumsal umudun da bilgi monokültürlerince yok edilen kültürel mirasımızın önemli bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Bu daralan tekçi ortamda kurduğumuz hayaller de artık maalesef dikey tarımdan, akıllı şehirlerden, sentetik etlerden, fanuslardaki kurtuluş mitlerinden, öteki gezegenlerden öteye gidemezken; şimdi ve burada ayaklarımızın altında uzanan, yaşamı anbean üreten toprak parçasına yeniden bakmak, kendimizi bilgi ekolojilerinin bir parçası olarak duyumsamamızı sağlayabilir. Böylece geçen aylarda kaybettiğimiz düşünür Fredric Jameson’un ifade ettiği, dünyanın sonunu hayal etmenin kapitalizmin sonunu hayal etmekten çok daha kolay hale geldiği merkezlerin dışına ansızın çıkabiliriz.

Orada bizi bambaşka bilme biçimleri bekliyor olacak. Ve artık göç etmek zorunda olduğumuz yer, öte gezegenlerdense, yine kendi soluk mavi noktamız, yani ayaklarımızın altında uzanan bu üretken dünya olacak.

*Gıda yüksek mühendisi, sürdürülebilir enerji uzmanı, yazar