“Sarajevo My Love”, “Kovan”, “İsmi Güzide” ve “Aşk ve Ceza Sahası” gibi yapımlarıyla tanınan Eylem Kaftan yönetmenliğindeki “Bir Gün, 365 Saat” filmi, Saraybosna Film Festivali’nin ardından Türkiye prömiyerini 30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde yaptı. Film, suç, nefret ve adalet arayışının gölgesinde üç kadının uğradığı istismarların ardından yollarının kesişmesini aktarıyor.
Film boyunca izleyicilerin adalet arayışlarını takip ettiği kadınların yaşadıklarına rağmen umudu nasıl besleyip büyüttüklerini gösteren “Bir Gün, 365 Saat”, bir kız kardeşlik ve mücadele öyküsü sunuyor. Filmde yer alan Reyhan, Asya ve Leyla’ya 30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Mansiyon Ödülü verildi.
Yönetmen Eylem Kaftan ve Reyhan, Asya ve Leyla ile “Bir Gün, 365 Saat”i konuştuk.
“Bir Gün, 365 Saat” nasıl ortaya çıktı? Sizi bu hikayeyi anlatmaya ne itti?
Eylem Kaftan: Yaklaşık üç yıldır Ahbap Derneği’nin yönetim kurulu üyesiyim. Burada toplumun farklı kesimlerinden, zor hayatlardan gelen kadınlarla karşılaşıyoruz ve onlarla diyaloğa geçiyoruz. Aramızda derin bir bağ oluyor. Onların hikayelerini dinledikçe, istismar meselesinin sandığımızdan daha yaygın olduğunu anladık. Burcu Salihoğlu ile beraber pek çok kadınla konuştuk. Eğer böyle çok ağır, işlenmemiş, sadece Türkiye’de değil, dünyada databu olan bir konuyu anlatacaksak bunun umutlu bir şekilde anlatılması gerektiğini, karakterlerin mücadelesinin bir sonuç vermesi gerektiğini düşündük. Burada yolları tesadüfen kesişen ve birbirlerine güç vererek, bir kız kardeşlik bağıyla zorluklara göğüs geren, birbirlerini uçurumun kıyısından kurtaran üç kızın hikayesi bizi çok heyecanlandırdı. Reyhan, Asya ve Leyla’dan çok etkilendik.
Mağdur kelimesinden pek hoşlanmıyorum ama tabii ki hayatta mağduriyetler var ve çok kötü şeyler başımıza gelebiliyor. Etrafımızda bizi destekleyecek bir arkadaş grubumuz, ailemiz, anne babamız yoksa ve belki hayatımızın daha kırılgan bir dönemindeysek mağduriyetimiz daha fazla artıyor. Toplumumuzda biraz öğrenilmiş çaresizlik var, o yüzden bir kurban hikayesi anlatmak istemedim. Fakat bu kızlarla karşılaşır karşılaşmaz, çok kötü şeyler yaşamış olmalarına, en yakınlarından kötülük görmüş olmalarına rağmen çok büyük bir cesaretle bu durumu değiştirmeleri ve vazgeçmemeleri, yılmamaları beni çok etkiledi. Kalpleri çok güzel bu üç kız, birbirlerine güç ve ilham vermişler. Kendi içlerinde bir dünya yaratıp, yeniden sevmeyi ve güvenmeyi öğrenmişler.
Hikayeye nasıl dahil oldunuz?
Reyhan: Üniversite zamanında bir işte çalışıyordum, aynı zamanda okula gidiyordum ama 12 saat çalıştığım için artık çok yorulmaya başlamıştım. Asya da o zamanlar Ahbap Derneği’nde gönüllüydü. Orada bir iş istihdamı vardı, başvurdum ve kabul edildim. Ofiste çalışırken Eylem Kaftan gidip geliyordu, projelerinden bahsediyordu. Konuşup tartışıyorduk. Bir gün üçümüzün hikayesini anlattığımızda nasıl bu kadar benzer şeyler yaşamışsınız, diye çok şaşırdı.
Asya: Aslında Eylem’in kafasında bir kadın hikayesi, mücadele üzerine bir şeyler çekmek vardı. “İsmi Güzide” belgeselinde de halasını anlatıyor. Bence onu cezbeden şey farklı coğrafyalardan gelmiş üç kişinin aynı noktada buluşması ve o buluştuğu noktadan, aynı yolda yürümeleriydi.
Leyla: Süreç çok uzundu. Kızlar ne düşündüğümü sorduklarında başlarda emin olamadım. Ama daha sonra, “Evet, bunu artık yapmamız gerekiyor” dedim. Kendi sürecimde çok fazla yalnızlık çekiyordum, ta ki kızlarla tanışana, bir ortaklık, bir dayanışma bulana kadar. Böyle bir şey çekmenin insanlara dokunabileceğini, insanları dayanışmaya yönlendirebileceğini düşündük.
Yollarınız nasıl kesişti?
Asya: İlk olarak ben ailemden ayrıldım, bir süre arkadaşımda kaldım. Ama ortada ailemin tehdidi olduğu için kadın sığınma evine yerleştim. Sığınma evinde Reyhan’la tanıştım. Reyhan’la beraber yaşamaya başladık. Sosyal medyadan da Leyla ile tanıştık. Leyla, yaklaşık bir buçuk sene sonra aramıza katıldı.
Çekimler nasıl geçti?
Eylem Kaftan: Benim için her zaman en zor kısım çekimden önce proje geliştirme kısmında oluyor çünkü bir şeyi tasarlama, yaratma setten önceki kısım en önemli kısmı filmin. Sette de bir yaratım var tabii ama tasarım kısmı bana göre daha önemli. Çünkü kendime “Ben bu filmde yapabileceğimin en iyisini yapabilir miyim, bunu yapmak için ne yapmalıyım?” gibi sorular soruyorum, bunlar üzerine çok düşünüyorum.
En büyük korkum bu hassas konuda Asya, Reyhan ve Leyla’nın ruhlarına zarar verme ihtimaliydi. Onların ruhlarını incitmenden bu filmi nasıl gerçekleştirebiliriz diye çok düşündük. Düşünürken yalnız değildim, bu kolektif bir iş. Bütün süreçte kızlarla her şeyi sonuna kadar düşündük ve üç ay boyunca sürekli konuştuk. Konunun izleyiciye ulaştığı zaman yaratacağı şok ayrı, kızları korumak ayrı. Genç insanlar oldukları için böyle bir konuyla ortaya çıkmaları ileride sorun yaratır mı diye de çok düşündük. Hatta en başta maske takmaları gibi bir fikrimiz vardı, yüzlerini göstermeyecektik. Fakat süreç ilerledikçe bunu konuşmak bile onları o kadar iyi hissettirdi ki “Biz maske takmak istemiyoruz, bizim utanacak, suçluluk duyacak bir şeyimiz yok. Suçluluk duyması gereken insanlar bunu bize yapanlar” dediler. Böylece tüm hayatlarını açmaya karar verdiler. Tabii ki biraz fiziki değişime uğradılar, bir de gerçek isimlerini kullanmadık.
Sette herhangi bir zorlukla karşılaşmadık çünkü yarattığımız şeye çok inanmıştık ve birbirimize teslim olmuştuk. Benim için hayatımın en zor sahnesi; Asya, Reyhan ve Leyla’nın Ayşegül ve iki küçük çocuğuyla tanıştığı ve Ayşegül’ün kızlarının hikayesini anlattığı sahneydi. Kızlar orada kamera karşısında öğreneceklerdi Ayşegül’ün hikayesini. Ayşegül’ün çok can acıtıcı, onlarınkine benzer bir hikayesi vardı ama anne perspektifinden anlatıyordu. Çekim yaparken ben bir hata mı yaptım bu sahneyi böyle çekmekle diye düşündüm. Çünkü dinlerken çok çok üzüldüler, çok etkilendiler. Aslında biraz da kendi çocukluklarını gördüler Ayşegül’ün çocukları üzerinden. Fakat bütün bu süreç boyunca yanımızda hep bir psikiyatrist, psikolojik danışman vardı. O sahnede Reyhan olanları öğrenince “Dünya bu kadar kötü olmamalı” cümlesini telaffuz ediyor. Reyhan’ın çok üzüldüğünü görünce ona “Seni yıpratacak bir şey mi yaptım” diye sordum. O da’ “İyi ki bunu yaptın, bizi Ayşegül’le tanıştırdın. Onun hikayesini dinledik. Evet, çok üzüldük ama aynı zamanda çocuklarına sahip çıkan, onları koruyan ve hemen harekete geçen bir anne görmek bize çok umut verdi” dedi. Bu sahne gerçekten hayatımın en zor sahnesiydi.
Reyhan: Annemle olan ses kayıtlarını Leyla’ya ilk defa çekimlerde dinlettim. Hukuksal sürecimi anlatırken sadece belgeleri göstermiştim, kayıtları dinletememiştim çünkü kendimde o cesareti bulamamıştım. Leyla’nın dava sürecine başlamadan cesaretle yapabildim. Belgeselde Leyla ilk defa dinledi, ben de 3-4 sene sonra ilk defa dinledim. Ayşegül’ün hikayesini anlatışını da ilk defa dinledik, bunlar doğaçlama olduğu için biraz daha zordu.
Leyla: Biz belgeseli çekmeye karar verdiğimizde Burcu Salihoğlu ve Eylem Kaftan’la birlikte yaklaşık 3-4 aylık bir hazırlık sürecimiz vardı. Orada konunun hassasiyetle anlatılacağına dair aramızda bir güven bağı kurduk.
Asya: Biz daha çok bunu kaldırabilecek miyiz diye düşündük. Çünkü bu kaydolacak ve ben ileride bunu unutma hakkımı nasıl verebilirim? Eylem Kaftan çekimler boyunca hep “İstemiyorsanız bugün bunu iptal ederiz” dedi. Üçümüzün bireysel ve psikolojik olarak bir hazırlık sürecimiz oldu.
Leyla: Sahnelerde genelde görüntü yönetmeni Floran dışında ekipten kimse olmuyordu, o da Türkçe bilmiyordu. Dolayısıyla biz de kamerayı unutuyorduk, o yüzden de çok rahattık.
Belgeselin kaygısı neydi? Siz insanlara, izleyiciye ne vermek istediniz?
Reyhan: “Beğenilip beğenilmemesinden ziyade doğru yere ulaşması önemli” diye düşünüyorum. Biz ilk gösterimi Saraybosna’da yaptık. Yanımıza gelip “Biz de bunları yaşadık” diyen insanlar oldu. Hiçbir şey söylemeden bize sarılıp ağlayanlar oldu. Derdim buydu sanırım, o insanların içlerinde bir noktaya dokunabilmek.
Leyla: Aslında mesaj değil ama şunu vermek istiyordum. Biz genelde istismarcıları, olayları görüyoruz. Ama kimse ‘bu çocuklara ne oldu, bu insanlar istismardan sonra nasıl yaşama tutunuyorlar’ diye düşünüp de, bunun hakkında konuşmuyor. İstismara uğruyorsun, peki sonra ne oluyor? Yaşama nasıl tutunuluyor? Nasıl problemler yaşanıyor? Bu işin psikolojisinde neler dönüyor? Buralar çok tabu bence. Benim şahsi amacım buydu. Bakın eğer siz de suçluluk hissediyorsanız, siz de yalnızlık hissediyorsanız, siz de kimsesiz hissediyorsanız, ben de onu hissettim. Yalnız değilsiniz. Aynı hisleri paylaşıyoruz. Benim oradaki biricik amacım buydu yani hani. Bakın sonrasında da hayat devam edebilir, dönüştürebiliriz bir şeyleri.
Asya: Şöyle bir noktadan yaklaşıyorum ben bu meseleye. Her birimiz çok farklı sosyal çevrelerden geldik ama benzer ekonomik sıkıntılar çekiyoruz, benzer travmalar yaşamışız ve bununla mücadele etmek istiyoruz. Ve bununla mücadelemizi yargıya taşımak istiyoruz. Kesinlikle mücadelenin bazı realiteleri var. Bir kere maddi gücünüz varsa elinizde, psikolojik olarak hazırsanız, süreç biraz daha kolaylaşabiliyor. Evden çıkıyorsun, çalışmamışsın ve paran yok, ne yapacaksın, nerede kalacaksın? Yaşın küçük, bütünüyle çok sert. Ama buna rağmen mümkün. Bu mümkünlüğü bir yerde hissetmelerini istiyorum. Kolay bir şey değil. Her mücadele biçimini çok biricik ve çok kıymetli görüyorum. Kişi bunu mahkemeye taşınmak zorunda değil. O kişinin, içinde bulunduğu evden uzaklaşması da bir mücadele biçimidir. O evin içerisinde bulunup iletişim kurmamak da, duygusal olarak onu reddetmek de bir mücadele biçimidir. Bütün hepsi mümkün çünkü herkesin hikayesi çok çeşitli.
Etik açıdan da çok sıkıntılı olabilecek bir konuyu çok doğru bir şekilde anlatıyorsunuz.
Eylem Kaftan: Kızlar bazı sahneleri eğer önceden öğrenmiş olsalardı, oyunculuklarındaki o doğallığı alamayacaktık. İnsan öğrendiği, bildiği bir şeyi oynadığı zaman oynamış oluyor ama bilmediği bir şeyi kamera karşısında öğrendiğinde çok doğal bir şekilde yaşamış oluyor. Kırmızı odalı bir sahne var; Reyhan’ın annesinin ses kayıtlarını Leyla’ya dinlettiği sahne. O sahnede Leyla daha önce o ses kayıtlarını dinlememişti. Eğer ona önceden dinletmiş olsaydık, tepkileri profesyonel bir oyuncunun tepkileri gibi olacaktı. Belki çok iyi bir oyuncunun performansı gibi çok iyi bir oyun sergileyebilirdi ama en nihayetinde bir oyun olurdu fakat bu sahnede o durumları gerçekten öğrendiklerinde kamerayı tamamen unutup çok doğal reaksiyonlar verdiler. İzleyiciler olarak düşündüğümüzde izleyicinin onlarla tamamen özdeşleşmesini sağlayacak bir etki yarattığını düşünüyorum. Çünkü izleyici de onlar ne hissediyorsa her anda onların hissettiklerini hissetti. İzleyicilerin bir kısmı oyuncu zannetmiş kızları, nasıl bu kadar doğal oynayabilirler diye sordular. Bunun nedeni zaten kamera önünde bir şeyleri öğreniyor olmalarıydı.
Bu, umutlu bir şekilde sonuçlanmış bir hikayeydi. Eğer bu hikayelerin herhangi birisi kötü sonuçlanmış olsaydı, onların travmalarını tetikleyip orada bırakmış olurduk. Ama en nihayetinde karşımızda dönüşmüş, iyileşmiş ve birtakım terapiler sonucu birey olarak hayata kazandırılmış insanlar vardı. “Bir Gün, 365 Saat” bir iyileşme hikayesiydi.
Film, belgesel ve kurgu türleri arasında olduğu için bazı izleyicilerden tepki çekti. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Eylem Kaftan: Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Ana Yarışması her zaman belgesel alıyor. Evet, bu bir belgesel ama yanlış bir kategoride yarışmadı çünkü zaten böyle bir gelenek var. İki sene önce “Yaramaz Çocuklar”, bir belgesel olarak katılıp En İyi Film Ödülü’nü aldı. Bu hem bir belgesel hem de kurmaca olarak görülebilir. Bu sinema dilinin yenilikçi bir sinema dili olduğunu düşünüyorum. Dünyada bu türe ‘creative documentary’, yaratıcı belgesel adı veriliyor. Buradaki kafa karışıklığını görüyorum ve bu, benim çok hoşuma gidiyor. Bir filmin kafa karıştırması, büyük tartışma yaratması, aynı zamanda sorular sordurması ve sorulara cevap aratması bir yönetmenin en büyük hayali olsa gerek.
Bu, belgeselle kurmacanın arasında gezinen hibrit form. Bana çok heyecan verici geliyor. “Bir Gün, 365 Saat”, içinde kurmaca sahnelerin de olduğu, iyi tasarlanmış bir belgesel. Docu-fiction demek istemiyorum çünkü docu-fiction’da oyuncular belgesel olmayan kısmında oynarlar. Burada öyle bir şey yok, burada gerçek karakterlerin gerçek hikayeleri var. Kendi hikayelerini bazı sahnelerde oynuyorlar. Bu çok görülmüş rastlanmış bir anlatım değil. Sezgilerimi takip ederek yaptım ama bunun tartışılması çok güzel bir şey.
Türkiye’de kadın olmak konusunda ne söylemek istersiniz?
Asya: Sadece Türkiye’de değil, dünyanın herhangi bir yerinde zor. Ama Türkiye’de kadın olmanın gerçekten çok ilginç bir zorluğu var. Kazanımlarımızı realitede çok göremiyoruz. Kadın hareketinin Türkiye toplumuna kattığı çok çok önemli değerler var. Bunu kamu değil, biz toplum olarak, kadınlar olarak talep ederek ortaya koyduk. Hala daha birçok şey için çok eksiklikler var, hukuksal anlamda bazı tanımlamalar var ama bu tanımlamaların uygulanma şekli çok eksik. Onun dışında sosyal yaşamda da zor. Çok açık görüşlü olduklarını iddia eden erkek gruplarının içerisinde bile aslında bir şeyler hiç değişmiyor.
Belki terminolojik olarak bazı şeyleri değiştirdik. Yani kadının sokağa çıkması bin yıl önce yasaktı, bugün çıkıyor ama nasıl çıkıyor? Aslında o baskı şekil değiştiriyor, o baskının silahı değişiyor. Yani kadınla kırbaçla mücadele eden zihniyet bugün şekil değiştiriyor.
Leyla: Dünyada, Türkiye’de kadın olmak çok zor ama ben hala şuna inanıyorum: Biz kadınlar olarak dayanıştığımız sürece kendi varoluşumuzu daha da güçlendireceğiz.
Filmi daha sonra nerelerde göreceğiz, Festival yolculuğu devam edecek mi?
Eylem Kaftan: Filmi Saraybosna’da açtık, 30. Adana Altın Koza Film Festivali’nde de Türkiye prömiyerimizi yaptık. Çok önemli bir dünya festivalinde filmimizi göstermek üzere davet aldık. Festival yolculuğundan sonra Türkiye’de ve başka ülkelerde özel gösterimler düşünüyoruz. Geniş kitlelere ulaşsın istiyoruz. Ben özellikle gençlerin izlemesini istiyorum çünkü onlar daha kırılgan bir yaş grubu olarak bu konuda daha fazla farkındalığa, bilince ve başlarına böyle bir şey gelirse ne yapacaklarını bilmeye ihtiyaç duyuyorlar. Filmin o anlamda insanları eğiten ve öğretici bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Pek çok kadın başlarına böyle bir şey gelirse ücretsiz avukat hakları olduğunu, sığınma evine sığınabileceklerini, eğer iyi bir avukatla çalışırlarsa bu davayı kazanabileceklerini bilmiyorlar. Filmin o anlamda da öğretici, cesaret ve umut verici bir tarafı olduğunu düşünüyorum.